Akdeniz’e düşen yıldız; Kekova

Uçan balıklarla yarışarak varmalı Simena’ya şimdi. Eteğindeki lahit, antik kolyesinden düşmüş değerli bir taş gibi durur yeşil suların içinde...

Yola çıkalı hayli zaman olmuş, kısa ama sert bir kışın yorduğu İstanbul gerilerde kalmıştı. Neden bu kadar neşeli olduğumu düşünüyordum. Lykia’nın batık kenti diye tanımlanan, taşıdığı tüm ölüm izlerine rağmen bana hep hayatı çağrıştıran Kekova’ya varmak için, bin kez ezberlediğim yollardan yine geçiyordum. Niye bu kadar neşeliydim? Bir şair, ‘Baudelaire’ verdi cevabı: ‘Gerçek yolcu yalnızca gitmek için gidendir.’ Ama bu sefer başka nedenlerim de vardı. Akdeniz kıyılarının kapısını çoktan çalan bahara yetişecektim, bu yüzden acele ediyordum. Issız kıyılarla dertleşecek, bronzlaşmak için Akdeniz’e hücum eden kalabalıkların gemileri, antik kentleri, restoranları doldurmadan, Üçağız-Kekova Adası-Simena üçgeninde gidip gelecektim. Bahara övgüler düzecek, bir ay sonra yeniden gelmek için bahaneler bulacaktım.

Kekova
Daha önce yaptığım bir Likya yolculuğunda, Kekova Adası’ndaki antik kentten kalan, rengi kırmızıya çalan taş merdivenin denizin içine indiğini görmüştüm. O görüntü, sonraları bulduğum her fırsatta Akdeniz’e çekti beni. Kıyılarını, antik kentlerini ezberledim de, yine bitiremedim. Akdeniz bitmez çünkü. Şurayı da gezdim mi tamam, diyemezsiniz. Doğanın, tarihin, taşların daha anlatacakları vardır. Görünenin ötesinde bir şeyler vardır. O gün, ne başımda boza pişiren güneş, ne de balıkçı motorunun çıkardığı gürültünün kulaklarımdaki uğultusuydu önemli olan. Antik bir kentin üstünden motorla geçiyorduk ve gördüğüm bir bahçeye, yola, tiyatroya değil, denize inen bir merdivendi.

Batık kent...
Kekova Adası depremlerle alçalınca kent sulara gömülmüş ve adı Batık Kent’e dönmüştü. Uzak bir Atlantis çağrışımı gibi... Merdiven suya iniyorsa, bu yok oluş demek midir? İnildiği gibi çıkılmaz mı? Artık diplerde kalmış bir kentin öyküsünü anlattığı kadar, sudan başlayan hayatı da anlatmaz mı? Bir paradoks gibi, hayatın ta kendisiydi o merdiven. Akdeniz başkaydı işte. Hep şaşırtıyordu insanı. Binlerce Likya mezarıyla dolu bu çevre, Batık Kent’iyle, tam karşısındaki Simena’nın eteğindeki lahit mezarıyla ölümü değil hep yaşamı çağırıyordu. Troya savaşları sırasında Hektor’a ‘Ben ta uzaklardan geldim yardıma’ diyerek cesaret veren Likyalı komutan Sarpedon’u, ‘Bir ateş bıraktık geride / Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan’ diyerek Perslere yenilmeyen özgür Xanthoslular’ı, bayındır Likya şehirlerinin taşlarından gelen yontma seslerini hâlâ duyuyordunuz.

İşte bu şehirlerden ikisini Theimussa ve Simena’yı Kekova Adası’yla da içine alan bölge, Kekova adıyla anılıyor. Theimusa antik kenti Üçağız köyündedir. Kentin iskelenin hemen arkasında bulunan kabartmalı Likya mezarı ve bir kapısı M.Ö. 4. yüzyıla açılıyor. Evlerin bahçelerinde çiçekler arasında kalan mezarlar, daracık bir sokağı gezerken çıkıveriyor karşınıza. Bazıları da Üçağız’ı Simena’ ya bağlayan taşlık yürüyüş yolunun başında. Bir saat sürer yürüyüş yolu. Kıyıya inince buğday tarlasının güz rengi başlar ve ortasındaki küçük kulübenin aşıklar için küçük bir sevişme molası çağrısı... Likya Kral Yolu’nda yürüyorsunuzdur artık. Yolun bitiminde yine lahit mezarlar vardır ve bu sefer Simena’nın üç devir görmüş kalesinin arkasındasınızdır.

Üçağız’dan on dakikalık bir motor yolculuğu da Simena’ya çıkarır bizi. Üçağız’a ise, Antalya-Kaş karayolundan sapılır. 19 km’lik bir dağ yolu kıvrıla kıvrıla sahile iner. Karşılama ekibi onbiray çiçeklerinden oluşur. Duvarlarda, bahçelerde, sokak aralarında onların hükmü sürer. Aynı kökten pembe, turuncu ve kırmızının tonlarıyla çiçek açıp, dal dal her tarafa yayılır, eflatun renkli bir başka onbiray çiçeğiyle sarmaş dolaş olurlar. Kökleri, dalları, çiçekleri ayırmak iyice zorlaşır. Burada her şey birbirine sarılmış durumdadır.

İnsanlar, tekneler, restoranların önlerine kutu kutu dizilmiş sardunyalar, dört bir yandan esip suları yalayan rüzgârlar, deniz kabuklarıyla kenarı işlenmiş yemeniler, karşı kıyıların sessizliği...

Uçan balıklarla...
Sessizlik dedim ya, birkaç güne kadar karadan ve denizden turist akını başlayacaktır. Mavi yolculuklara çıkanlar demirleyecektir; ya da Antalya’dan, Kaş’tan kalkan sazlı-sözlü tekneler yanaşacaktır limana, yatlar görülecektir açıkta... Haberi alınacaktır uzak yolcuların, lokantalarda bir telaş başlayacaktır, yemeni bohçalarını kapıp kıyıya koşacaktır köylü kadınlar.

Dibinde camdan gözleri olan tekneler de yolcularını bekler, artık yalnızca denizin ve balıkların oturduğu Batık Kent’in evleri, amforaları gösterilecektir çünkü. Oysa uçan balıklarla yarışarak varmalı Simena’ya şimdi. Eteğindeki lahit, antik kolyesinden düşmüş iri bir taş gibi durur yeşil suların içinde. Kıyı boyunca çitlerle etrafları sarılmış lokantalar dizilidir. Hakkı usta kocaman bir loğos balığının pullarını kazırken, iskeledeki gözler merakla izlerler onu. Kıyı kasabalarının balıkçıları çok sevdikleri motorlarına genellikle kadın adı koyarlar ya, Simena’da bu adet biraz değişmiştir: Hasan, Yılmaz, Coşkun, Veysel diye uzayıp gider motorların adları. Bir ya da iki katlı evler, kaleye doğru birbirinin manzarasını kapatmadan dizilir. Bahçe duvarlarından halılar, rüzgârla uçuşan dokuma bezler salınır. Zeytin, nar, keçiboynuzu ağaçları Simena’nın tek palmiye ağacına uzun boyuyla da biraz dalga geçerek, biz buranın yerlisiyiz, der gibi bakar.

Dar ve taşlık yollar birbirine eklenerek sizi kaleye, pansiyonlara, taş lahitlere götürür. Bir kaya mezarını arkanıza alıp, bin yıllık bir zeytin ağacının yanında durup, kalenin burcuna oturup illa ki yüzünüzü Akdeniz’e dönme, her adımda geriye bakma isteğidir duyduğunuz. Işık seli Kekova Adası ile yarımada arasında oynaşırken, Batık Kent suların altında uyurken, dalgıçlar lahti kutsal bir mabet gibi tavaf ederken, üç yönden akan yatlar birbirine paralel, lastikleri beyaza boyalı iskelelere durmadan yanaşırken, sırtınızı Akdeniz’e dönmek istemezsiniz. Vardığınız bir Ortaçağ kalesi olsa da...

Saçlarında onbir ay çiçekleri...
Bense, balıkçı motoruyla Kekova adasına ilerlerken Demre’deki okullarına gitmek için Simena’dan Üçağız’a her sabah tekneyle çıkarma yapan çocuklara yetişemediğim için hayıflandım. Simena’daki okul 4. sınıfa kadar eğitim veriyordu, Simenalı 7 çocuk, uçan balıklar bile uyanmadan Kekova sularında ilerliyordu. Simena’nın hali vakti yerinde aileleri, kışı Demre’deki evlerinde geçirmeyi tercih ediyordu bu yüzden; yaz gelince de, turizm gelirlerinin önemli bölümünü oluşturduğu için dönüyorlardı.

Adadaki Tersane Koyu, hava patladığı zaman, gemilerin sığınacağı doğal bir limanmış ve tabii ki anakarayla ada arasındaki korunmuş bu boğaza gemiler saklanırmış; bunlar arasında Hamidiye Kruvazörü de var. Yunan donanmasına karşı gerilla taktiğiyle savaşırken buraya gizlenmiş.
Simena’yı denizden görmek güzel... Ama Simena’daki kalenin burçlarından denizi görmek daha güzel... Yalnızca denizi mi? Üçağız ve Kral yoluna inen lahit mezarları da görünür kaleden. Likya şehirlerinin en küçük tiyatrosu da buradadır. Bir Akdeniz şarkısı söylemenin, en sevdiğiniz tiyatrodan bir replik okumanın zamanıdır şimdi. Işık ve aşk geçsin içinden, onbiray çiçeklerini saçınıza taksın. Geceleri samanyoluna bakıp gökyüzündeki eksik yıldızların şarkısını söylesin sevgiliniz. Sesi Likyalıların sesine karışıp bu kıyılarda yankılansın; çünkü o yıldızlardan birinin düştüğü ve hâlâ parlamaya devam ettiği yerdir Kekova...
Akdeniz’e düşen yıldız; Kekova Akdeniz’e düşen yıldız; Kekova Reviewed by Editor on Çarşamba, Şubat 19, 2014 Rating: 5

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.