Anna Seghers: Umut Peşinde Koşan Bir Kadın Yazar

Yazmak eylemi Anna Seghers için hep heyecanlı ve maceralı bir gereksinimdi. Yeteneklerini ciddi ürünler vermek için kullanmayı bir sorumluluk olarak kabul ediyordu.


 
Kırklı yılların sonlarında Anna Seghers, politik göçe son vererek Doğu Berlin’e geri döndüğünde oğlu Pierre’e Paris yakınlarında bulunan Bellevue’deki evinden (“yalnızca kitapları getir lütfen!“) diye rica etmişti. Seghers ailesi Nazilerden kaçmak zorunda kalmışlardı. Politik göçlerinin 1933-1940 yıllarını burada yaşamışlardı. Pierre 1999 yılında bu evde, eski sandıkları karıştırırken “Jans Muss sterben“ (Jans ölmek Zorunda) notlarını buldu. Bu notları yazarın 100.üncü doğum yılında yayımlandı. Oğlunun çok önemsediği bu notlar, “...yazarın öykücü yönünü en iyi yansıtan, yazdığı insanların iç dünyasını çok iyi anlayabilmesini“ apaçık ortaya koymaktadır.

“Nadas“ Yılları
Anna Seghers “Jans muss sterben“ kitabını henüz 25 yaşındayken kaleme almıştı. O yıllarda Heidelnberg Üniversitesindeki öğrenimini yeni bitirmişti. Yahudi asıllı bir antikacının kızı olan Seghers “..... deliler gibi yazıyor, yazıyor ve öğrenimini sürdürüyor, yazıyor “ du. Yine aynı yıllarda felsefe ve sanat tarihi dallarında doktorasını da tamamlamıştı. Okuduğu bu üniversitede daha sonra evleneceği Laszlo Radvanyi ile tanışmıştı. Bir yıl sonra döneminin Alman Komunist Partisine (KPD) ve Proleter-Devrimci Yazarlar Birliğine üye olur. Netty Reiling olarak doğup, evlendikten sonra Dr. Radvanyi’ye ve yazar adı Anna Seghers’e kadar geçirdiği evrimler, aynı zamanda büyük burjuva kökenli bir bireyin ünlü, angaje tutumuyla, yazarlığı ile sonuçlanır. “Nadas yılları“ diye de tanımlanan bu yıllar, daha sonraki yaşamı için karar vericiydi. “Bir yerlere gitmem gerek. Gerçekten yaşamalıyım, yoksa harap olurum!“

Beni Bugün Heyecanlandıran Konuların Öyküsünü Yazmalıyım
Yazmak eylemi Anna Seghers için hep heyecanlı ve maceralı bir gereksinimdi. Yeteneklerini ciddi ürünler vermek için kullanmayı bir sorumluluk olarak kabul ediyordu. Her gün, kendisine de „saygısız“ davranarak uzun saatler çalışıyor, çeşitli anlatım türlerini, biçimlerini deniyordu. “Neyi, nasıl anlatmak istediğimi çok iyi biliyordum.“ Kitaplarında iki ana olguyu bulmak olasıdır: “Günün heyecanlarını masalsı renklerle birleştirmek istedim.“ İlk yazılarından biri olan “Jans muss sterben“ kitabında bu tavır seziliyor. Yaşamın tüm gerçekleri, türlü-çeşitli renklerle, resimlerle, şiirsel bir dilde anlatılıyor. Köhne mahallelerdeki işçi yaşamı, doğduğu kent Mainz’ı, rüya tasvir eder gibi anlatıyor. “Jans kırmızı, pırıl pırıl bir pantolon giymişti. Gözlerindeki ışıklar umutlu, ki oturduğu somurtkan ve çok katlı konut çıkmaz sokağın en dibinde bulunuyordu. Apartmanın arka bahçesinde kokularını mahalleye saçan çöp bidonlarını Jans hasta yattığı odasından seyrediyordu. 10000 kar lapası ...kimsenin dinlemediği bir müzik gibi ışıl ışıl parıldayabilir mi?”, ve Jans bu dünyasında dolaşırken, annesi ve babası mutfakta “odun kütükleri“ gibi suskun oturuyordular.

Hapis Duygular
Yedi yaşındaki Jans, sebebi bilinmeyen bir hastalıktan öldü. Minik gövdesi devrilmiş, pırıldayan yüzü buruşmuştur. Duyguların bu denli yoğunlaştığı gerçek bir durum karşısında, yazar var olan bu durumun dışında kalabilmektedir. Aynı birbirlerine kapalı, konuşmak istemeyen, küskün insanlar gibi... Olayın bir deprem faciası kadar gerçek olmasına karşın, anlattığı kişilerin mimiklerinden, davranışlarından algıladıklarıyla kendi duygularını, hissettiklerini birleştirebilmiştir: “Ve şimdi yer yarılmıştı.“ Jans hasta olduktan sonra babasının tüm umutları yıkılmıştır. Minik, kokular saçan genç eşi Marie, beklentilerini, binlerce minik dileklerini artık geride bırakmıştır. Bu beklenmedik, şanssız olayla birlikte, birbirlerine olan sevgileri darbe yemiş, acılarını, dileklerini anlatamaz, gösteremez duruma gelmişlerdir. Korkularından utanan bu insanlar, bu duygularını, bir sır gibi saklayarak, kalplerinin derinliklerine gömmüşlerdir. İşte bu üç bireyin yaşamını sessiz bir izleyici gibi gözlemleyen yazar, üç ayrı açıdan gerçek bir yaşamı anlatmaktadır.

Umutsuzluğa Karşı
Gene de bir isyan söz konusudur. Kısa mutlu anlar, acıya ve ölüme karşı galip gelirler. “Kalplerinin en derinindeki acı bile kaybolmuştur.“ Ve baba, daha önceki ruhi durumuna kavuştuğunda, “ateşli bir mutluluk“ filizlenir gözlerinde. İçinde bulunduğu günlük yıkımlardan kurtulmak istemektedir.

Seghers’in yapıtlarında, yaşamın içinde varolan umutsuzluk ve umut hep yanyana yürümektedirler. Bir çıkış noktası mutlaka vardır. Çok okunan romanlarından biri olan “Das siebte Kreuz“ (Yedinci Şafak)’ın sonunda bir bireyin güçlülerin karşısındaki durumunu anlatmış, bir çıkış yolu göstermiştir. Ufukta bir şans görünmese bile, umut her zaman geçerli kalacaktır.
Anna Seghers: Umut Peşinde Koşan Bir Kadın Yazar Anna Seghers: Umut Peşinde Koşan Bir Kadın Yazar Reviewed by Editor on Salı, Şubat 04, 2014 Rating: 5

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.