Komor Adaları

Efsaneye göre hazineleriyle ünlü Hazreti Süleyman ve Saba Melikesi Belkıs'ın balayını geçirdiği tropikal bir ada, şimdi ise nüfusunun yüzde 99'u Müslüman olduğu halde son derece hoş ve çekici, hatta seksi kadınların ülkesi... Komor Adaları'na geldiğinizde cennete ayak bastığınızı siz de fark edeceksiniz.

Başımı uçağın camına iyice dayıyorum. Hint Okyanusu'nun lacivert sularından başka bir şey görülmüyor. Birdenbire ummanın ortasında küçücük bir nokta beliriyor; gitgide büyüyor, büyüyor. Yemyeşil ormanların üzerinden hızla geçip alçalıyoruz ve sonunda Büyük Komor Adası'nın Moroni-Hahaya Havaalanı'na yumuşak bir iniş yapıyoruz. Emirates ve Emirates Holidays sponsorluğunda yeniden yollardayız ve yeni bir diyar, Komor Adaları bizi bekliyor.


Gördüğüm en tuhaf uluslararası havaalanı bu! Detektörler, güvenlik önlemleri, hiçbirinden eser yok. Küçücük bir binanın içinde küçücük gişeler ve dönüş biletime bakarak vize veren pasaport kontrol memurları! Onları geçer geçmez, etrafımızı Fransızca konuşan Komorlular sarıyor; eşyalarımızı taşımak istiyorlar. Ama önce, herkes gibi güvenlik görevlilerinin önünde çantalarımızı boşaltıp sonra gerisin geri doldurmamız gerekli.
Sonunda bizi otelimiz Le Galawa Beach'e götürecek minibüse atlıyoruz. Havaalanındaki görevlilerin sözlerini, bir kez de otel görevlisi tekrarlıyor: "Sakın" diyor, "plajda ya da başka bir yerde gördüğünüz sokak satıcılarına inanmayın! Ülkemizden deniz kabuğu çıkarmak kesinlikle yasak! Paranızı çöpe atmış olursunuz."
Bir yarım saat daha geçiyor yolda. Le Galawa Beach'e girer girmez, resepsiyonda önbüro müdürü bekliyor bizi ve bizimle beraber gelen diğer turistleri! Önce otantik bir karşılama töreni, meyve kokteyli ve yerli müzisyenler... Komor'a göre kış olsa da gittiğimiz mevsim, müdür bizi yine de uyarıyor. "Güneşe hazırlıksız yakalanmayın" diyor, "buranın güneşi o kadar yakıcıdır ki ne olduğunu anlayacak vaktiniz bile olmaz!"
Tam bir balayı oteli burası! Efsaneye göre, şu hazineleriyle ünlü Hazreti Süleyman ve Saba Melikesi Belkıs balayına buraya, Büyük Komor Adası'na gelmiş. Akşam yemeğinde de, çevremdeki masalarda birbirine hülyalı hülyalı bakan sevgililerden başka bir şey göremeyince, insanların günümüzde de aynı kararı verdiklerini anlamak hiç güç olmuyor.
Odalarımıza yerleşiyoruz. Küçük ama şirin balkonumdan enfes bir manzara görülüyor: Ön planda yemyeşil bir bahçe, hemen gerisinde sahilde kocaman palmiyeler, bembeyaz kumlar, rengârenk sörfler ve tabii ki camgöbeği rengindeki sularıyla Hint Okyanusu... Dallarda uçuşan papağanlar ve muhabbet kuşları da cabası...
Daha adaya geleli bir saat oldu, ama Komor'un günlük yaşamın sorunlarından, streslerinden kurtulmak için en ideal mekân, tam bir kaçış adası olduğunu anlamam hiç uzun sürmedi. Gerçekten de başınıza ne gelirse gelsin, Komor'a adım attığınız anda geride kalıyor hepsi. Burada sorunlarınızı düşünüp üzülmeniz imkânsız! Manzaranın ve iklimin etkisi, üzerinizdeki bütün stresten arındırıyor sizi; yerine yüzünüze gülümsemeler bırakıveriyor.
Gitgide bastıran sıcağın etkisini azaltmak için hızla duş alıp keşfe çıkıyoruz. Rehberimiz Pépé Luc'le birlikte, aracımıza atlayıp iki aracın yan yana zar zor sığabildiği, daracık asfalt yolda ilerlemeye başlıyoruz. İki yanımızda göz alabildiğine yeşillik uzanıyor. Tropik ağaçların, palmiyelerin süslediği adada mango, muz, portakal, ananas gibi bir dolu tropik meyve yetiştiriliyor. Tam altı çeşit mango, dört çeşit ananas, üç çeşit portakal, dokuz çeşit muz (cidden çok lezizler) ve beş çeşit guava yetişiyor bu topraklarda.
Arada sırada yolun kenarında tarlaları görüyorum. Ada halkı, geçimini tarımdan sağlamaya çalışıyor. Kozmetik sanayiinde kullanılan ve "ylang-ylang" adı verilen bitkinin üretimi de; tropik meyveler, vanilya ve karanfille birlikte adadaki önemli geçim kaynakları arasında yer alıyor. Ylang-ylang, karanfil ve vanilya üretiminin esas merkezi Anjouan Adası olsa da Büyük Komor Adası'nda ekim alanlarına rastlamak mümkün. Ama bu ürünlere duyulan gereksinimin azalması yüzünden, halk, ne yazık ki istediği kadar gelir elde edemiyor. Anjouan, ayrıca ada halkının güzelliğiyle de ünlü. Bunun temel nedeni, halkın Arap, Afrikalı ve Fransız karışımı bir kana sahip olması. Komor'da evlilik yaşına gelen erkeklerin eş aramak için Anjouan'a gittiği bile söyleniyor.
Zaman zaman yolu çevreleyen yeşillik, yerini izbe, salaş kulübelere bırakıyor. O zaman bir köyden geçtiğimizi anlıyorum. Yolun kenarında salına salına yürüyen kadınları, koşuşturan çocukları ya da başbaşa verip konuşan erkekleri görüyorum. Doğa ne kadar güzelse, insanlar da o kadar fakir, çoğu yarı çıplak ve yalınayak... Bu durum özellikle Mohéli'de daha da yoğun olarak görülüyor. 16. ve 17. yüzyılda Hint Okyanusu'nda cirit atan korsanların üs olarak kullandığı Mohéli, sonraki dönemde diktatörlüğe başkaldırmış. Diğer adalara oranla çok daha büyük bir yoksulluk ve sefaletin egemen olduğu Mohéli'de ada halkı hâlâ su, elektrik, okul ve hastane gibi en temel gereksinimlerinden yoksun durumda. İşsizlik, ülkedeki en büyük sorunlardan biri; ama Allahtan iklim insanlara karşı hoşgörülü! Tarım ve hayvancılık sayesinde karınlarını az da olsa doyurabiliyor; sıcak hava sayesinde de üşümüyorlar.
Her yerde olduğu gibi Komor'da da insanlar fakir olabilir; ama yüzlerinde hiç de mutsuz bir ifade yok. Hele giysileri! Yaşadıkları doğanın bütün renklerini üzerlerinde taşıyorlar. Kadınlar son derece alımlı ve hoş! Sandalağacını toz zerdeçal ve suyla karıştırarak yaptıkları özel bir karışımı yüzlerine sürerek dolaşıyorlar sokaklarda. Yalnızca makyaj yerine geçmiyor bu karışım; aynı zamanda onları güneşin zararlı etkilerinden ve böcek ısırıklarından koruyor, ciltlerini güzelleştiriyor.
Yolda arada sırada üstü kapalı kamyonet-minibüs karışımı araçlar görüyorum. Her yerinden insanlar sarkıyor. Pépé Luc onlara "taxi-brousse" dendiğini söylüyor. Bizim dolmuşların Komor versiyonu anladığım kadarıyla. Yine Pépé Luc'den öğrendiğime göre, ne yazık ki şoförlerin aşırı hız tutkusu yüzünden bir sürü kaza oluyormuş. Trafik canavarı burada da yaşıyor. Yine de cesaretiniz varsa, aklınızda bulunsun: Sabah sekizle akşam dört buçuk arası, anayolda istediğiniz yerden bir taxi-brousse'a binebilirsiniz. Fiyatı ucuz, hem de adalılarla tanışmak için iyi bir fırsat!
Yalnızca Büyük Komor'da değil, Anjouan ve Mayotte'ta da belli rotalarda taxi-brousse'a binmek mümkün. Mayotte'ta bu dolmuşlara ödenen fiyat, daha yüksek; üstelik Mayotte'lu şoförler yalnızca Fransız frangı kabul ediyorlar. Mohéli'deyse dolmuşlara bu kadar sık rastlanmıyor.
Dolmuşa binmek yerine, adayı otostop çekerek gezmek isteyenlere de küçük bir hatırlatma: Özel araçlar, taxi-brousse'a ödeyeceğiniz miktardan çok daha fazlasını isteyebilir. Bu nedenle dolmuşu tercih etmekte (ya da çok para harcamayı göze alıyorsanız araba kiralamakta) sonsuz fayda var.
Adadaki araçların azlığı dikkatimi çekiyor; bir taraftan da beni sevindiriyor. Zaten 71 km boyunda, 34 km eninde, üstelik yalnızca 250 bin kişinin yaşadığı bir adada çok sayıda araca ve bol miktarda egzoza hiç gerek yok.
Pépé Luc, bizi başkent Moroni'yi yukarıdan görebileceğimiz bir yere götürüyor. Kuleye giden daracık ve yılankavi yol, devasa ağaçların ve göz alıcı bir yeşilliğin ortasından geçiyor. Kulaklarımızı, tropikal kuşların neşeli ötüşleri dolduruyor, arada sırada önümüzden firavun fareleri kaçışıyor. Komor, bizi içine çekip sarmalıyor.
Sonunda teneke damlı evlerle dolu bir mahallede park ediyoruz arabamızı. Etrafımızı çocuklar sarıyor, ama biz fotoğraflarını çekmeye kalkıştığımızda yüzlerini kapatıp saklanıyorlar. Onları bırakıp yukarı tırmanmaya başlıyoruz. Ve sonunda en yüksek noktaya ulaşıyoruz.
Manzara, nefes kesici! Uzaklarda zirvesi sisler arasından belli belirsiz seçilen Karthala Volkanı, dört yanımız yeşilin binlerce tonuyla çevrili ve diğer tarafta küçük küçük evleri görülen başkent Moroni ve ötesi, Hint Okyanusu!
Afrika'nın güneydoğusunda, Madagaskar'ın kuzeybatısında yer alan Komor Adaları, çok ilginç bir geçmişe sahip. Büyük Komor, Anjouan, Mohéli ve Mayotte olmak üzere dört adadan oluşan Komor'a yerleşen ilk insanların 2000 yıl önce, Polinezya'dan geldiği tahmin ediliyor. Bazı tarihçilerse adanın Ortadoğu'dan gelenler tarafından keşfedildiğine inanıyor.
620 yılında Arap denizcilerin akınına uğramış Komor. Halkın Müslüman olmasının nedeni de bu. Başlangıçta sultanlar yönetmiş adaları. Bir yanda köle ticareti, diğer yanda baharat ticareti, iyice zenginleşen sultanlar epey rahat bir yaşam sürmüş. Adada Şiraz Araplarının yürüttüğü köle ticareti 1904 yılına kadar devam etmiş. Sultanların birbiriyle çekişmeleri ise, Komor Adaları'ndaki Arap egemenliğinin sona ermesine yol açmış.
Fransızların sömürgecilik hareketlerinden önce, adalar Madagaskar'ın kuzeybatısından gelen korsanların da tehditi altındaymış. Korsanların atakları 19. yüzyıla kadar etkisini sürdürmüş.
Adalara Fransızlardan önce ayak basan ilk Avrupalılar, Portekizliler olmuş. Ama coğrafi konum itibarıyle, Portekizli tüccarların ticaret yolu üzerinde bulunmadıkları için adalar pek de ilgi çekmemiş.
Sonra Flamanlar gelmiş; ama onlar da Komor Adaları yerine kıta Afrika'sını ve Madagaskar'ı tercih etmiş. Adalar, 1843 yılında, ilginç bir anlaşma sonucu Fransızlara geçmiş. Mayotte Sultanı Sahalave Andriantsoli'yle yıllık kira ve sultanın oğullarının Fransa'da eğitim görmesi koşuluyla anlaşma yapan Fransızlar, adaya asker ve donanma göndermekte hiç gecikmemişler tabii ki. Mayotte'la başlayan Fransız egemenliği, kısa sürede diğer adaları da etkisi altına almış ve yüzyıldan uzun sürmüş.
1974 yılında yapılan referandum sonucu, dört adada yaşayan halkın yüzde 92'si bağımsızlık için oy vermiş. Yalnızca Mayotte, Fransız sömürgesi olarak kalmayı tercih etmiş.
Dört askeri darbe, Fransızların her tür yardımı tamamen kesmesi, 1976 yılında Madagaskar'ın batı kesiminde yaşayan 20 bin Komorlu'nun ülkelerine geri dönmeye zorlanmasıyla ada nüfusunun iyice artması ve bütün bunların üstüne 1977 yılında Karthala Volkanı'nın lav püskürtmesi; durumu Komorlular için epey güçleştirmiş.
Gelelim günümüze... Birleşmiş Milletler, Mayotte'un Komor Adaları'na katılmasını desteklese de Mayotte, tıpkı Réunion gibi Fransız egemenliğini tercih ediyor. Ülkede şu anda demokratik bir rejim var. Halkın sefil durumu ise, tıpkı kıta Afrika'sını anımsatıyor bana. Topraklarının ve kaynaklarının zenginliği Batılılara nasip olmuş, kaymağı onlar yemiş. Geriye yıllardır Fransa'dan yardım aldığı için doğru dürüst gelişememiş, gıda maddelerinin yüzde 60'ını ithal etmek zorunda olan fakir bir halkın yaşadığı dünya güzeli bir diyar kalmış. Yıllar boyu ülkedeki istikrarsız politik durum yüzünden dış dünyaya kendini yeterince tanıtamayan Komor'un elindeki tek fırsat turizm gibi görünüyor.
Yavaş yavaş aşağı inmeye başlıyoruz. Komor, güzel yüzlerinden birini gösteriveriyor bize. Kavurucu sıcağın ardından bir anda ortalık bulutlanıyor, on beş dakikalığına yağmur iniveriyor üstümüze. Serinliyoruz, ama asla üşümüyoruz. Zaten biliyoruz, birazdan yine güneş açacak, bizi yine ısıtacak. Tam "Sıcak bunalttı" derken yine yağmur boşanacak, yerden yine mis gibi toprak kokusu fışkıracak, yeşil biraz daha yeşerecek, doğa biraz daha güzelleşecek.
Başkent Moroni'deyiz şimdi. Bugün cuma, üstelik de öğle vakti! Sokaklar epey boşalmış; Pépé Luc herkesin ülkenin en ünlü ibadet yeri olan Cuma Camii'nde (Mosque de Vendredi) namaz kıldığını söylüyor. Kadınların birbirinden renkli ve göz alıcı giysilerle dolaştıkları ve anadilin Fransızca olduğu Müslüman bir halkın yaşadığına ikna olamıyoruz kolay kolay. Pépé Luc, halkın yüzde 65'inin Fransızca okuyup yazabildiğini, ama Kuran kursları nedeniyle tamamının Arapça bildiğini söylüyor. Adada 700 cami olduğunu öğrenmek bizi şaşırtıyor.
Moroni'deki müzeyi dolaşmaya başlıyorum. İki katlı yapının balkonundan sokağı izliyorum biraz. İçeride Komor'un tarihiyle ilgili fotoğraflar, elyazması Kuranlar ve benim tabii ki tanımadığım bir dolu Komorlu politikacının fotoğrafları var. Salonda ise inanılmaz büyüklükte deniz kabukları, mercanlar, kocaman balıklar, denizkaplumbağaları sergileniyor. Böceklerin durduğu vitrini ise hatırlamak bile istemiyorum.
Komor'da geleneksel sanatların, eski yaşamın nasıl olduğunu öğrenmek istiyorsanız, müzenin alt katını gezin. Gündelik yaşama ait bir dolu eşyanın yanı sıra adaya özgü müzik aletleri, eski silahlar ve el sanatı eserleri de ilginizi çekecek.
Sırada kent pazarı var. Müzenin bulunduğu meydanın diğer ucunda, daracık bir sokağa kurulan renk cümbüşüne doğru sıklaştırıyoruz adımlarımızı. Bu adada gerçekten bütün renkler çok güzel. Yoksul mahallelerinde bile uyumsuz, çirkin bir renk göremedim. Yalnızca doğa değil, insanlar da güzel. Yoksulluğa rağmen gözlerinin içi gülüyor.
Pazar yerinde ne ararsanız bulabilirsiniz. Koskocaman okyanus balıkları, kabuklu kabuksuz her çeşit deniz canlısı, çeşit çeşit meyve, kot pantolonlar, ucuz tişörtler, incik boncuk, çiğ et vs... Konuşmaya çalıştığımız zaman kadınlar utanıyor, yabancılardan çekiniyor, ağızlarını elleriyle kapatarak kahkahalarını gizlemeye çalışıyorlar.
Pazar yerinden ayrılıp deniz kenarına yollanırken, yağmur yeniden başlıyor. Bir anda yollar yıkanıyor, sıcağın etkisi yok oluyor. Kent sokaklarında sürekli "Vaccinez-moi" (Beni aşıla) yazılı, üzerinde çocuk resimleri olan tabelalar görüyorum. Çocuk hastalıkları, Afrika'nın diğer ülkeleri gibi Komor'da da büyük bir sorun.
Sonunda deniz kenarına ulaştığımızda, limanda "galawa" adı verilen Komor'a özgü kayıklar ve kocaman gemiler çarpıyor gözüme. Çocuklar, çırılçıplak denize atlıyor, birbirleriyle oynaşıyorlar. Uzaktan onları izliyorum.
Pépé Luc'ü başkent Moroni'de bırakıp otele dönüyoruz. Öğle sıcağının etkisi gitgide artıyor. Hint Okyanusu'na dalıp çıkmak gerek! Otelin kurulu olduğu üç koydan en küçük ve en tenha olanına gidiyorum. Koyun sağ tarafında küçük bir kayalık var. Ada, volkanik olduğu için bütün kayalar simsiyah; sanki dokununca elim yanacakmış gibi geliyor bana.
Bembeyaz kum tanelerinin üstünde oturup güneşin bulutların arasından çıkmasını bekliyorum. Sonra kumsalda yavaş yavaş yürüyorum. Hafif dalgalı denizin suyu sıcacık! Okyanusta yüzmek, insanın aklına binbir şey getiriyor. Belgesellerde ve bugün pazarda satıcıların elinde gördüğüm kocaman deniz canlılarının ve tabii köpekbalıklarının gelip beni yutacağını düşünüp sonra da kendi kendime gülüyorum. Turkuvaz renkteki deniz, beni tamamen sakinleştiriyor; üzerimde kalan son stres kırıntıları da böylece yok oluyor.
Bu koyda suyun tadına baktım, bir de daha kalabalık olan büyük koyu ziyaret etmeliyim. Kumsalda güneşlenenlerin yanına sokuluyorum. Daha çok Güney Afrikalı turistler var burada... Kumsalda Komorlu çocuklar, otel görevlisinin asla almamamızı tembihlediği deniz kabuklarını ve türlü türlü tahta oyuncakları satıyorlar. Alman bir turist, deniz paraşütü (parasailing) yapıyor. Okyanusa ben de tepeden bakmak istiyorum. Kuşamlarımı geçirip kumsalda bekliyorum. Motor hızlanıyor, paraşüte hava doluyor ve işte, havadayım!
Kıyıdan birkaç kilometre uzaklaşıyoruz. Gözlerimi biraz daha koyulaşan ve lacivert-yeşil karışımı bir renk alan denizden ayıramıyorum. Tepeden mercan resifleri seçiliyor. On beş dakika Komor'un tertemiz havasını ciğerlerime doldurup enfes manzarasıyla gözlerimi dinlendirdikten sonra geri dönüyoruz. Kendimi tekrar suyun şefkatli kollarında buluyorum.
Yine yollardayız. Bu kez adanın kuzey ucunu dönüp doğu kesimine doğru gidiyoruz. Tuz Gölü (Lac Salé) yakınlarında durup arabadan iniyor, yürümeye başlıyoruz. Bir anda nereden çıktığını hiç anlayamadığım bir dolu çocuk sarıveriyor çevremizi. Zaten adaya ayak bastığımız andan beri o kadar çok çocuk görmek bizi epey şaşırtıyor. 600 bin kişinin yaşadığı ülkede halkın yüzde 68'inin 30 yaşından küçük olduğunu öğrenince, Komor'un gerçekten de çok genç bir ülke olduğunu anlıyoruz.
Çocukların bağırış çağırışları ve önümüzdeki çalıların arasından gölü görmeye çalışıyorum. Epey aşağıda, durgun ve dingin mavi-yeşil sularıyla o kadar çekici ki!
Artık aktif olmayan bir kraterin ağzında yer alan Tuz Gölü, günde iki kez renk değiştiriyor: Sabahları koyu yeşil, akşamları ise parlak mavi. Komorlular, temmuz ve ekim ayları arasında gölün renginin kahverengi, hatta beyaza bile dönüştüğünü söylüyorlar.
Bir de efsanesi var Tuz Gölü'nün. Yerlilerin inanışına göre, gölün dibinde bir köy yatıyor. Bir zamanlar köye bir büyücü gelmiş ve fırtınadan korunmak için kalacak bir yer ve biraz yemek istemiş köylülerden. Ama yabancılardan korkan köy halkı, büyücüye kapılarını kapatmış. Yalnızca bir tek aile konukseverlik göstermiş ona. Büyücü de o aileye, aslında köylülere volkanın köylerini yutacağını söylemek için geldiğini anlatmış. Ama hiçkimse ona yardım etmediği için köylüleri uyarmaktan vazgeçtiğini de belirtmiş. Bunun üzerine büyücü ve ona konukseverlik gösteren aile, köyden uzaklaşmışlar. İki gün sonra yeryüzü yarılmış ve bütün köyü yutmuş. Eskiden köyün olduğu yerde şimdi Tuz Gölü var.
Gölün suyunun iyileştirici etkileri olduğu da söyleniyor. Ama kıyıya inmek, epey zorlu bir iş! Öğrendiğim kadarıyla 1986 yılında Belçikalı altı dalgıç, kauçuk bir botla göle açılmış ve gölün derinliğini ölçmek için suya dalmışlar; ama yalnızca beş kişi geri dönmüş. Altıncı dalgıcın cesedi ise bulunamamış. Köylüler onun cennetin kapısını bulduğunu ve bu nedenle insanların acı çektiği bu dünyaya geri dönmek istemediğine inanıyorlar.
Bulunduğum noktadan gölü ve hemen arkasındaki okyanusu görebiliyorum. Bu kez çocuklar fotoğraf çektirmeye çok istekli! Onlarla oynaşıyoruz biraz, ama konuştukları dili anlamakta güçlük çekiyorum. Kreole'nin (sömürgelerde konuşulan dil) daha farklı olması normal; ama sonradan öğrendiğime göre anadil Fransızca olsa da, Komorca adını verebileceğim ve Fransızca, Arapça, Bantu ve Suahilice karışımı olan dil daha sıklıkla kullanılıyor. Komor Batılı, Doğulu ve Afrikalı bütün rüzgârların etkisi altında kalmış; kendine hepsinden bir şeyler saklamış.
Adanın kuzey ucundan devam ediyoruz yola. Artık gelişmiş, turistik batı sahilinde değil; otantik köylerin ve ıssız koyların yer aldığı doğu sahilindeyiz. Bir yanımızda okyanus manzarası, diğer yanımızda koyu yeşil bitki örtüsü... Komor Adaları, insanlara sayısız fırsat sunuyor: Doğa yürüyüşünün yanı sıra her tür deniz sporu yapabileceğiniz eşsiz bir diyar burası! Arada sırada durup biraz yürüyor, manzaranın tadını çıkarıyoruz.
Komor Adaları'nın hepsinde denizi ve kumsalı kimseyle paylaşmak zorunda kalmayacağınız enfes koylar var. Bu koylardan biri de Büyük Komor'daki Beyaz Kum Plajı (Plage aux Sable Blanc)... Bir mercan resifinin çevrelediği koyda haftasonları piknik yapan adalılarla karşılaşabilirsiniz.
Bouni'den bir balıkçı teknesiyle ulaşabileceğiniz Kaplumbağa ya da Toto Adası (Île aux Tortues) ise kendinizi ıssız bir adada, tek başınıza hissetmek istiyorsanız mutlaka gitmeniz gereken bir yer! Yerliler, eskiden adada dört tane hindistancevizi ağacı olduğunu, ama referandum sonucu Mayotte Fransız sömürgesi olarak kalmayı tercih edince, ağaçlardan birinin o gece ölüverdiğini söylüyorlar.
Toto'ya gidin, beyaz kumların üzerinde kaplumbağaların izlerine bakın ve eğer adayı eylül-kasım arası ziyaret ediyorsanız, küçücük kaplumbağa yavrularının yumurtalarından çıkıp denize koşuşmalarını gören şanslı kişilerden biri olursunuz belki! Ama kaplumbağaları göremeseniz de kumsalda oturun, ruhunuzu arındırın... Bir zamanlar gerçekten korsanların meskeni olan Komor Adaları'nda, hele de Toto Adası'nın sahilinde, kendinizi Cuma'sını arayan Robinson Crusoe gibi hissedeceksiniz.
Manzara hiç değişmiyor, ama artık gün bitiyor. Biraz daha güneye indikten sonra otele geri dönmeye karar veriyoruz. Güneş batarken ve turistler kumsalı çoktan boşaltmış, akşam yemeği için hazırlanırken, günün yorgunluğunu kendimizi bir kez daha okyanusa bırakarak gideriyoruz.
Akşam yemeğinin ardından, gece olup da ay ıssız kumsalı aydınlatınca sahilde yürüyüşe çıkıyorum. Gündüz yüzdüğüm yerlerde su yok şimdi! Gelgitin mucizesi bu! Su, karadan en az elli metre çekilmiş durumda. Ayağımın altında ıslak kumlardan başka hiçbir şey hissetmiyorum. Deniz, beni koynuna çağırıyor sanki... Yarın sabaha kadar bekleyebilir miyim, bilmiyorum...
Komor Adaları Komor Adaları Reviewed by Editor on Pazar, Nisan 29, 2012 Rating: 5

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.