Aile ve Aile Değerleri

Yöntem olarak önce aileyi, sonra aile değerlerini tartışmak istiyorum.

Aileye ilişkin bilinen en popüler klişelerden biri, “Aile toplumun temelidir” sözüdür. Bu ifadenin aileyi açıklamaktan çok ailenin toplum açısından taşıdığı işlevi açıklamaya yönelik olması ilgi çekicidir. Buradaki fikir, toplumdaki istikrar ve düzen ile ailedeki istikrar ve düzen arasında sıkı bir bağ olduğu varsayımıdır.

“Aile toplumun temelidir” sözü her zaman muhafazakar bir mesaj taşır. Muhafazakarlıktan kasıt, halihazırda Türkiye’deki muhafazakar eğilimler değil, onların da bir yanıyla ait oldukları, toplumsal hayatı mevcut halin atalardan beri gelen denenmiş güvenirliği içinde sürdürme anlayışıdır. Burada muhafazakarlığın ortak zeminini değerler değil sadece mevcut olanı sürdürme arzusu oluşturur. Nitekim aile biçimi çok farklı olan topluluklarda dahi, o aile düzenini sürdürme toplumsal istikrar için hayati önemde görülmüştür. P. Clastres, Amazon yerlileri olan Guayakiler hakkındaki bir değerlendirmesinde aile ve toplumsal istikrar konusuna şu şekilde değinmektedir: “Guayakiler’de evlilik ancak çokkocalı olabilir; çünkü evlilik kurumu ancak bu biçimiyle toplumu her an ayakta tutabilen bir değere ve boyuta ulaşabilir. Guayakiler çokkocalılığı reddetmiş olsalar, bir toplum olarak ayakta kalamazlardı; sayıca az oldukları için başka kabilelere saldırarak kadın sağlamayı da göze alamayacaklarına göre, bu durumda bekarlar ile evli erkekler arasında bir iç savaş tehlikesi baş gösterirdi, bu da kabilenin topluca intihar etmesi anlamına gelirdi. Böylece çokkocalılık, kadınların kıtlığı yüzünden erkeklerin arzuları arasında bir çatışma çıkmasını önlemektedir.” (Clastres; 1991;98-9).
Diğer yandan, her tür toplumsal düzende “evlenme çağında olmalarına rağmen” “bekar” kalmış insanlar, toplumsal hayata katılmakta zorlanırlar. Başka insanlarla olan  ilişkileri belli bir kuşkuyla izlenir ve seks gibi en temel ihtiyaçlarını toplumun onaylamadığı gayri meşru alanlardan giderdiklerine ve bu yüzden bilinen ahlaki düzen için bir tehdit oluşturduklarına dair yaygın bir şüpheye muhatap olurlar. Bekar insanların kiralık ev bulmadaki güçlükleri, ev sahiplerinin “geleni, gideni belli olmaz, burada aile yaşıyor vb.” gerekçeleri, bu konumlandırmanın herkesçe bilinen örneklerinden biridir. Ayrıca bekar olarak aynı sosyaliteye ait olan insanlardan kimileri evlendiğinde farklı bir toplumsallığa geçerler ve artık eski bekar arkadaşlarıyla olan ilişkileri belli bir soğumaya uğrar.

Evlenme çağının sınır çizgisi üzerinde bulunan genç kuşak, henüz evlenmedikleri ve bir ailenin sorumluluğunu üstlenmedikleri için “çocukluktan büyüklüğe” de adım atamamış olarak kabul edilirler. Geçiş çizgisini yaştan çok evlenme oluşturur. 20 yaşında ve evli olan birey, 23 yaşında ve bekar olan bir başkasından daha “olgun, sorumluluk sahibi, gerçek bir toplumsal birey” olarak telakki edilir. Kişinin evlenmesi aynı zamanda bir işe sahip olma zorunluluğuna işaret eder. En azından ülkemiz için bu hala erkek için bir mecburiyet kadın için ise ikincil değerde bir sorundur. Böylelikle başkalarının (genellikle babanın, annenin, ya da gelirini paylaştığı diğer kişilerin) statüsü üzerinden tanınanlar bireysel bir tanınmaya kavuşurlar. İş, toplumsal kimliğin en anlamlı unsurlarından biri olarak kabul edilir. Henüz yeni tanışmış insanların birbirlerine ilişkin ilk bilmeyi arzu ettikleri hususun sahip olunan iş olması şaşırtıcı değildir. Böylelikle sadece kişinin işi değil, toplumsal ilişkiler ağına hangi pozisyondan katıldığı da öğrenilir.

Pazar ekonomisinin gelişmesiyle kamusal alanda daha fazla görünen kadın için de “iş” önemli bir kimlik unsuru haline gelmiştir. İş, ekonomik bağımsızlığa yaptığı atıfla kadını kendi ayakları üzerinde durabilen gerçek bir birey haline getirmiş, ona muktedirlik kazandırmıştır.



Bekarlıktan evliliğe

Başlangıç halindeki toplumlar üzerine yapılan araştırmalarda, evlenerek bekar bireylikten toplumsal sorumluluk sahibi aile ferdine dönüşme aşamasının, erkeğin yeni sınıfa (toplumsallığa) kabul töreni çerçevesinde oldukça ayrıntılı bir şekilde düzenlendiği, adeta rüşt ispatının sınandığı bir kaç gün süren çileli uygulamalara sahne olduğu görülmüştür. Bu bir farklılaştırma ve toplumsal hiyerarşinin anlamının bu şekilde altı çizilerek istikrar yönünde bir motivasyon unsuru olarak kullanıldığı bir düzenlemedir.

Benzeri uygulamaların daha yumuşak versiyonları geleneksel toplumlarda görülür. Bekarlıktan evliliğe geçenler köy odalarında daha itibarlı yerlere oturmaya başlarlar, toplumsal çevrelerinde sözlerine daha fazla kulak verilir ve evli olmaktan kaynaklanan yeni bir toplumsal otoriteye sahip olurlar.

Modern dünyada, bekarlıkla evlilik arasındaki bireyin toplumsal işlevleri bakımından gözetilen ayrılığın daha az dikkate alındığı görülür. Çünkü modern hayat toplumsallığa bireysel rol kalıplarıyla katılmayı öngörür. Bireyin evli olup olmaması değil, ona düşen “öğretmen, müşteri, seyirci, okuyucu vs.” rollerini kuralları dahilinde yerine getirip getirmemesi önem kazanır. Özel hayatlar daha mahrem ilişkiler şeklinde kabul edilir, ortak bir kutsal ahlaktan çok farklı ahlaklardan bahsedilir ve ortak bir kutsal ahlak adına müdahil olma hakkına kimsenin sahip olmadığı düşünülür. Ancak yine de gelenekle modernliğin iç içe olduğu metropol alanlarda dahi evlilik/bekarlık kategorilerinin bir ölçüde hiyerarşi farklılığı yarattığı söylenebilir.

Birey aile kurduğunda “toplumsal sorumluluk” sahibi insanlar gibi davranmayı da öğrenir. İşinde, ilişkilerinde, geleceğinde “ne yapıp edeceği belli olmayan, istikrarsız” birey kimliğinden sıyrılır, öngörülebilir bir hayat haritasına sahip olur. Bu, bir ev kuracağı, evin temel ihtiyaçları için taksitle mal almaya girişeceği, toplumsal hayatın istikrarına destek olacak şekilde bağımlılıklarını artıracağı, aile sorumluluğu dolayısıyla kestirilemez davranışlarda bulunmayacağı, iş hiyerarşisinin itaatkar bir görevlisi, toplumsal ilişkilerin uyumlu bir aktörü olacağı anlamına gelir. Dolayısıyla bir bakıma, bu bir bakıma sözünün altını çizmek istiyorum, ailenin varlığı ve onu destekleyen ideolojik tezler, nihayetinde mevcut toplumsal ilişkilerin ve onun arkasındaki egemenlik ilişkilerinin desteklenmesi manasını da taşır. Çünkü evlilikle bireyler toplumsal düzen açısından “risk” faktöründen arındırılmakta, sisteme entegre edilmektedirler. Bu doğrultuda işe karşı çıkma ve tembelliği övmenin düzen karşıtı karakterini işleyen yetkin bir örnek, Marks’ın damadı P. Lafargue tarafından “Tembellik Hakkı” isimli risalede verilmiştir (Lafargue;1994).

Aile, toplum, iktidar benzetmeleri

Aslında aileyle verili toplumsal ilişkiler arasındaki illiyet bağına ilişkin düşünceler, aileyle toplumu birbirine benzeten ve buradan iktidar ilişkilerini tahkim edecek görüşler çıkartan yaklaşımlar yeni değildir. Jean Bodin, hükümeti, “egemen iradenin bir ülkedeki aileleri ve onların mülklerini  yöneten kudret” olarak tarif etmesi bu manadadır. Bodin mutlak krallığı savunuyordu ve gerekçesi mezhep çatışmaları nedeniyle istikrarsızlaşan Fransa’nın ancak bir mutlak yönetim altında düzene kavuşacağı düşüncesiydi. Kralın mutlak otoritesine kanıtı toplumsal şartlardan getirmek yerine aileden getirmesi, aile reisi baba ile kral arasında bir benzerlik metaforu kurması, politik/toplumsal düzen ile aile arasında illiyet bağı kurma arzusunun ne kadar eskilere uzandığını gösterir.

Bu görüş Bodin ile sınırlı kalmamış, hemen hemen yakın zamanlara kadar baba imgesiyle siyasal otoritenin babacıl niteliği sıklıkla dile getirilmiştir. Yine bu benzerlik nedeniyledir ki, babaya karşı işlenen cinayetler idam cezasıyla karşılanmış, babaya isyan krala isyan olarak telakki edilmiştir. M. Foucault, “Hapishanenin Doğuşu”nda 1757 yılında Damiens isimli bir baba katilinin infazını ayrıntılı bir şekilde anlatır (Foucault;1992). Akşama kadar süren inanılmaz infaz, baba ve kral benzerliğine yaslanan bir anlayış üzerinden yürütülmüştür. Bizim siyasi kültürümüzde de “Padişah babamız”, “devlet baba” sözleri politik düzenin, ailenin neredeyse doğal kabul edilen hiyerarşisine dayanarak kendini meşrulaştırma girişimlerini anlatır.

Aile karşıtlığı

Aile ile politik düzen arasındaki bu yakın ilişki, ailenin, egemen iradenin halkı zapt u rapt altına alabilmesi için uydurduğu bir tahakküm biçimi olduğu anlamına gelebilir mi? Bu şüphesiz çok abartılı bir iddia olur. Ailenin kurulmasına/sürdürülmesine eşlik eden değerlerden bu manada bir egemenlik ilişkisinin unsurları tespit edilebilir; ancak bu tespit, egemenlik ilişkisinin tasfiyesi yolunda ailenin de tasfiyesi edilmesi gerektiği anlamına gelmez.

Bu tespitin üzerine inşa edilecek alternatif öneri, ailenin olmadığı, insanların “özgür ilişkiler” kurduğu bir sosyalite midir? 1968’de Fransa’da başlayıp tüm dünyaya yayılan gençlik hareketlerinin en önemli tezlerinden birisi, “kokuşmuş kapitalist düzene her şeyiyle alternatif bir yaşam biçimi”nin oluşturulabileceğiydi. Aile sistemin en anlamlı halkalarından biri olarak görüldüğü için, alternatif kadın/erkek ilişkilerinin tesisinde kır komünleri düşüncesi geliştirilmeye çalışıldı. Bu komünlerde kadın/erkek ilişkisi gönüllü nitelik taşıyacak, hayat kolektif bir temelde yaşanacaktı. Ancak bu tarzın sürmediği kısa zamanda görüldü. İddia sahiplerinin kolektif bir hayata katlanmaya, mahrem alan bırakmayan, ilişkileri keyfi ve istikrarsız kılan bu tarzı sürdürmeye çok hevesli olmadıkları anlaşıldı ve kısa zamanda bu uygulamalardan vazgeçildi. Burada, denemeyi gerçekleştirenlerin kapitalist hayata ait değerlerden bütünüyle kopamadıkları, bireysel mülkiyet duygusunu yok edemedikleri, radikal değişiklik için gereken yeni değerleri yeteri ölçüde içselleştiremedikleri gerekçeleri ileri sürülebilir. Elbette “kır komünlerinde” gözlerini açmış birisinin oradaki hayatı sürdürmede daha başarılı olacağı söylenebilir. Fakat önemli olan, alternatif hayat tarzlarına ait tahayyüller kadar tecrübeler neticesinde bir karar vermek değil midir? 1968’in asi çocukları tüm iyi niyetlerine, moral hazırlıklarına, kararlılıklarına ve imanlarına rağmen nihai tercihlerini bu şekilde yapmışlardır. Belki burada, aile yapısından çok onu var eden değerler skalası içinde bir kısmının bu manada egemenlik ilişkisini besleyen, yeniden üreten niteliğe sahip olduğunu düşünmek, egemenlik yapısı ile aile arasında tam bir örtüşme olduğu düşüncesini ise ihtiyatla karşılamak daha yerinde olur.

“Bizi Aşktan Koru” kitabında aileye hoş ve ironik bir dille amansız eleştiriler yönelten Suzanne Brogger, aynı eleştiriyi teorik olarak aileye düşman olan diğer radikallere yapmaktan da geri kalmıyor. Böylelikle “düşüncelerle gerçek davranışlar arasındaki fark”a şaşıran Brogger (Brogger; 1983;15) benzeri bir şaşkınlığı ailenin bunca parlak eleştirisine sahip olanlar nezdindeki etkileyici gücü karşısında yaşıyor: “İstatistikler çok genç yaşlarda evlenenlerin sayısının giderek arttığını gösteriyor. Hepsi yalnız kalmamak için evleniyorlar.. Çocuk, konuşmaya başladığı gün, “Büyünce evleneceğim, büyük bir arabam olacak,” diyor. Çünkü evlilik toplumun çocuğa verebildiği tek olgunluk örneği. Gel gelelim evli feministler olduğunu da gördükçe şaşıp kalıyorum. Ateşli sosyalistlerin -ateşli toplantıların dışında geçirdikleri- saatlarını, şu ya da bu tür bir teke-tek ilişki içinde geçirmelerine de akıl erdiremiyorum. Yüreklerindeki Marksist-Leninist düzen kurma isteğiyle evlenme isteğinin eşit derecede güçlü olmasında hiçbir çelişki görmüyorlar bu sözüm ona devrimciler.” (1983;46).

Brogger’in bahsettiği sadece bireysel dünyaya ait bir paradoks değildir; 20. Yüzyılda, sosyalist Sovyetler,  Mao’nun Çin’i, Doğu bloku ülkeleri kapitalizmi reddeden dünya görüşlerine rağmen aileyi de reddetmemişler, ona ilişkin değerlerin bir kısmını kendi politik pozisyonlarında yeniden üretmişlerdir.


Cinslerarası çekimin kültürel karşılığı değişir

Aile değerleri dediğimiz, kadın ve erkeğin birbirlerine duyduğu biyolojik, psikolojik, toplumsal ihtiyacın kültürel karşılığı orijinal, otantik nitelikte değildir. Zaman içinde değişimler gösterdiği gibi gelecekte de değişmeye uğramaması için bir neden yoktur.

Antropologlar tarih içinde farklı aile biçimlerinin olduğunu ortaya koyuyorlar.
Antropolojinin önemli ismi Lewis Henry Morgan, “Eski Toplum” isimli klasik çalışmasında bu aileleri beşe ayırıyor: a. Kan yakınları ailesi: grup içindeki öz ya da soysal kardeşler arasında yapılan evlenmelere dayanıyor; b. Punalua ailesi: aynı grup içindeki öz ya da soysal kız kardeşlerin birbirlerinin kocaları ile evlenmesine dayanıyor; neticede bir grup erkek bir grup kadın ile evleniyor; c. Çiftlendirici aile: bir kadın ve bir erkek evleniyor, ancak ayrı ayrı yaşıyorlar, ailenin sürmesi isteğe bağlı; d. Ataerkil aile: bir erkeğin birden çok kadınla evlenmesi; e. Tekeşli aile: bugünkü çekirdek aile. (Morgan, 1987; 156-7)

Tarih içinde yegane aile biçimi tek eşli aile olmadığı gibi gelecekte de ailenin nasıl, ne yönde değişeceğini bugünden kestirmek mümkün değil. Şüphesiz kadın ve erkeğin birbirlerine duyduğu maddi ve moral ihtiyaç her zaman olacak, ancak bunun karşılanma biçimi, yani doğal olanın kültürel mütekabiliyeti her zaman bir değişim potansiyeli taşıyacaktır. Dolayısıyla, aile tipleri değişirken onlara eşlik eden değerlerin de değiştiği gözlenmektedir.

Değişimi yaratan sosyolojik süreçler, maddi şartlar, üretim biçim ve teknikleri, tahayyüllerdir. Aileyi açıklayan önemli yaklaşımlardan biri ekonomik nedensellik üzerinden giden, mülkün gelecek kuşaklara bırakılma biçiminin aile ile sağlandığı görüşüdür. Elbette aileyi vareden yegane neden bu değildir, ancak ailenin varlığı mülkün bırakılmasına belli bir düzenlilik sağlamış, çalışma ve biriktirmeyi motive etmiştir. Bu yüzden bir zamanlar, aile kurulurken aynı zamanda tarafların mal ve mülklerine ilişkin sözleşmelerin yapılması çok yaygın bir usuldü. Focuault’nun “19. Yüzyılda Bir Aile Cinayeti” isimli eserindeki aile bu türdendir. Annesini, kız ve erkek kardeşini katleden Pierre, hapishanede kaleme aldığı hatıratında anne ve babasının evlenmelerindeki sözleşmeden şu şekilde bahseder: “Bu sözleşmenin maddeleri koca ve karının şimdi ve gelecekteki bütün taşınabilir ve taşınamaz mallarının ortak mülkiyetine sahip olacaklarını, eşlerden birinin ölmesi halinde eğer hiç çocuk yoksa geride kalan eşin ölenin hayatında sahip olduğu bütün mallarına sahip olacağını, şayet çocuk varsa, kalan eşin sadece kendi mallarının sahibi olacağını… kocanın evlilik payının yüz frank olduğunu ve karının payının ise keten ve çeşitli türden kişisel eşyalardan, iki kapılı bir dolap, bir yatak, yatak örtüsü ve adı belirtilen diğer birkaç parçadan oluştuğunu…” (Foucault, 1991;67)

Anthony Giddens, “Mahremiyetin Dönüşümü”nde aynı şekilde evliliğin ekonomik temeline gönderme yapar: “Modern-öncesi Avrupa’da evlilikler çoğunlukla karşılıklı cinsel çekim temelinde değil de ekonomik şartlar temelinde yapılıyordu. Yoksullar arasında evlilik tarımsal işgücünü düzenlemenin bir yöntemiydi. Sürekli ağır çalışmayla geçen bir hayatın cinsel tutkuya uygun bir zemin yaratması beklenemez. Fransa’da ve Almanya’da 17. Yüzyıl köylüleri arasında öpme, okşama ve seksle ilgili diğer fiziksel sevgi biçimlerine evli çiftler arasında nadiren rastlanır” (Giddens; 1994; 41). Keza, aristokrasi ile burjuvazi arasında iktidar mücadeleleri kadar evlilikler vasıtasıyla uzlaşmalar da vardır. Bir dönem romanlarının konusu, yoksul düşmüş soylu aristokrat kökenli kızla zengin ama soylu olmayan burjuva çocuğu arasındaki aşk ilişkisidir. Böylelikle yeni ailelerde soyluluk ve para bir araya getirilmektedir.

Ailenin anlamı, sadece onun teşekkül biçiminde saklı değildir. Aile öncesi tarafların tahayyülleri ve beklentileri, ailenin kurulma biçimi, karşılıklı beklentiler aile yapısının kültürel evrenini oluşturur.

Mesela geleneksel toplumda, kadın ve erkeğin birbirlerini birey olarak tanımalarına ihtiyaç hissetmeksizin “görücü” usulüyle evlenmeleri mümkündü. Bugün bir çok genç için “korkunç” olarak nitelendirilen bu evlenme biçimi o kültürel evrende son derece doğal karşılanır, bireysel karşılaşma ve tanışmalardan çok tarafların ailelerinin bilinmesi kafi görülürdü. Aynı kültürel evrende şüphesiz boşanma oranları da düşüktü. Aşk evliliklerine nispetle görücü usulündeki bu yüksek başarı ne ile izah edilebilir? Burada bir çok sebep sayılabilir, fakat herhalde en önemlilerinden birisi, kadın ve erkeğin aile içindeki rol, görev ve haklarının tarafların muhakeme yürütmelerine ve tartışmalarına gerek bıraktırmayacak şekilde gelenek yani “kutsal”lık tarafından belirlenmiş olmasıdır. Beklentiler ve davranışların kişisel yorumdan, akıl yürütmeden kurtarılması, boşanmaların en önemli nedeni olan tartışmayı ve kuralsız bir iktidar mücadelesini önemli ölçüde ortadan kaldırıyordu. Bu yapıda kadının tabi erkeğin ise egemen olduğu şeklindeki şablon doğru değildir. Daha derinlemesine bir analiz, kadının “edilgen görünen bir konumun içinden kendine üstünlük sağlayacak rafine yöntemler geliştirdiği ve hemcinslerince bu bilginin kuşaktan kuşağa aktarılarak gelecek nesillere ulaştırıldığı” hususunu doğrulayacaktır.

Ailenin oluşumuna eşlik eden değerlere ve değişimlerine ilişkin bir başka örnek gelenekselleşmiş bir uygulamadan verilebilir. 11 Nisan 1998 tarihli Milliyet gazetesinin dördüncü sayfasında “300 yıllık genç gelenek” başlığıyla yayınlanan haberde şunlar bildiriliyordu: “Trabzon’un Şalpazarı ilçesine bağlı Sütpınar köy meydanı, yaklaşık 300 yıllık bir bayram geleneğini aynı heyecanla yaşattı. Yöresel giysiler içinde her yıl olduğu gibi bu bayramda da Simenli, Gökçeköy, Sayvançatak, Yeniçamlıca, Dorukkiriş, Doğancı köylerinden gelerek Sütpınar köy meydanında toplanan yüzlerce genç kız ve delikanlı, birbirleriyle tanışarak sevgi tohumları attı, yöre oyunlarıyla kaynaştı. Sütpınar köyü muhtarı Mehmet Kahraman, “Bir çok evliliğin temeli bu şenlikte atılıyor. Bu gelenek sevgi ve kardeşliğin bir sembolü” diye konuştu.” Esasen bu usül sadece Türkiye’nin çeşitli yörelerinde değil bir çok geleneksel toplumda mevcuttur. Sorun sadece bir bayram vesilesiyle gençlerin karşılaşmasından ibaret değildir; bu karşılaşma sahip olunan değerler sistemi üzerine kurulu bir tahayyül eşliğinde yaşanır. Yani bireyler, bu karşılaşmaya kadar olan süre içinde ebeveynlerinden bir çok hikayeler dinlemişler, kendilerini konuya ilişkin oluşmuş “geleneksel referans çerçevesi” içinde hazır hale getirmişlerdir. Bu referans çerçevesi kitle iletişim araçlarının taşıdığı değerlerle genişleyip değişmeye başladığında karşılaşmaya, ilişki biçimine, beğeni kıstaslarına ait değerler de değişecektir. Mesela iki yüz yıl önce tarafların birbirlerine ilişkin beklentileri “ev işlerini yürütmek, güçlü kuvvetli olmak, vs. gibi” somut, tanımlanabilir, hayatın işlevlerine ilişkin iken, bugün hermafrodit efsanesine ait kişinin diğer yarısını arayışı, yahut tanımlanamaz metafizik duyguların ürpertisi olabilir. Bugün cinsler arasındaki ilişki için üretilen fantazyaların gerçek hayatta karşılanamaması büyük bir ruhsal boşluk ve yoksunluk duygusu uyandırmakta, evliliğe ilişkin beklenti düzeyi evliliğin vaad edebileceğinden çok daha yukarılarda durmaktadır. Şalpazarı ilçesinde karşılaşarak aile kuranlar üzerine geçmişi de kapsayacak şekilde yapılacak çalışmalar ve aile monografileri bu konuyla ilgili enteresan bilgiler sunabilir.

Bir başka örnek şudur: Bir gün fakültede dördüncü sınıfta okuyan bir kız öğrenciyle konuşurken “Ben tuhaf biriyim değil mi? Dördüncü sınıftayım ve hala bir flörtüm olmadı.” dedi. Bundan elli yıl önce üniversitede herhalde böyle bir durum şaşırtıcı sayılmaz, hatta teşvik edilen bir hal olarak kabul edilirdi. Bir flörtü bulunmayı normal değer haline getiren toplumsal değişme şehirleşmeye, cinsel özgürleşmeye, kadın-erkek ilişkisindeki mahremiyetin bir ölçüde ortadan kalkmasına vs. gibi bir çok nedene bağlanabilir. Fakat bir flörtü, bütün bunların ötesinde “gerekli kılan” hal, aşk endüstrisinin üretimi olan duygulanımın, ancak bir flört üzerinden tecrübe edilebilmesidir. Flörtü olanlar aşk endüstrisinin üretimlerini gündelik hayatlarına taşıyabilmekte, bu modern cemaatin bir üyesi olabilmektedirler. Fakat neticede, aşk endüstrisinin ürettiği fantazyalarla hiçbir gerçek flörtün uzun soluklu olarak rekabet edebilmesi mümkün değildir. Bir yerden itibaren reel olan kifayetsizleşir ve bireyler yeni aşklara yelken açmaya başlarlar. George Sand, bu erkek ismi almış ve döneminin yerleşik kuralarına baş kaldırmış “özgür kadın”ın öncüsü, aşkı en üst değer olarak tanımlıyordu, kendi hayatını da o şekilde yaşadı. Aynı şekilde Carr, 19. Yüzyıl romantik anarşistlerinden bir kesit sunduğu “Romantik Sürgünler” kitabında da benzeri hayat biçimlerini dile getirir (Carr;1991); takdis edilen aşk aynı zamanda kahramanların hayatlarını dramatik hale getiren unsurdur. Günümüzde bu tarzın kitleselleştiğini, tarza ilişkin değerlerin ise popüler hale geldiğini söyleyebiliriz. Vülger dilde aşk ve gerçek aşk şeklinde yapılan ayrım, aslında reel olanın kifayetsizliğiyle hayali olanın olağanüstülüğünden kaynaklanan bir ayrımdır.

Aşkın merkezi rolü

Bu doğrultuda bugün bir ailenin kurulabilmesi için yaygın kanaatlerden birisi tarafların birbirlerine aşık olmalarıdır. Aşk evliliği olmaması halinde bunun tam bir evlilik sayılamayacağı düşüncesi hakimdir. Ancak aşkın cinsel cazibenin halesi olarak belirişi ile bugün kapitalizm tarafından ticari bir sektör haline getirilişi arasında elbette fark vardır. Giddens, M. Ö. 1000’li yılların eski Mısır’ın da aşk üzerine bir çok şiir yazıldığını belirtiyor. Bunlardan biri şöyledir: “Onu görmek beni iyileştiriyor! / Gözlerini açtığında vücudum gençleşiyor / Konuşması beni güçlendiriyor / Onu kucaklayınca hastalığım kalmıyor / Gideli yedi gün oldu .” (Giddens; 1994; 39-40). Ancak kadın ve erkek arasındaki bu çekim gücü, bu tutku 18. Yüzyılla birlikte ve özellikle roman eşliğinde başlayan süreçle bir endüstriye dönüştürülmüştür. Düşünün ki, ayrıntılandırılmış, didik didik edilmiş “aşk” metaforu olmasa, ne sinema, ne edebiyat, ne giyim/kuşam, ne müzik, ne de çeşitli eğlence mekanları hayatiyetini sürdürebilir, üretici ve yapımcılarına büyük paralar kazandırabilirdi. Aşkın olmadığı söylenemez, ama aşk ile bir endüstriyel üretime dönüştürülmüş aşk arasındaki sınır çizgisi bugün belli değildir. Sadece bir örnek vereceğim: Frankfurt Okulu’ndan Adorno, kitle toplumunda bir endüstriye dönüşmüş olan müziğin, canlılığını ve ticari karakterini yarattığı “sahte bireyliğe” borçlu olduğunu belirtiyor. Bir müzik parçası dinlediğinizde, sözlerin ve müziğinin tam da sizin ruh durumunuza denk düştüğünü, özgün halinize, duygularınıza tercüman olduğunu hissediyorsunuz. Oysa o müzik parçası, kitle toplumunda yer alan hedef kitlesinin tüm bireylerinde aynı manada bir “sahte bireysellik” duygusu uyandırıyor.

Ancak bu paradoks, bu sahte bireysellik duygusu sadece müzikle sınırlı değil. Endüstriyel üretimin popüler aşk anlatılarının gücü ve yaygınlığı, her bir aşkın kendi özgünlüğü ve otantikliğini bu kalıplar üzerinden tecrübe edebildiği yanılsamasını sağlamasına borçludur. Bu yanılsama olmasaydı, herhalde böylesine muazzam bir tüketici kitlesi oluşturulamazdı.

Alan Macfarlane, Kapitalizm Kültürü’nde, Amerikalıların aşka olan saplantısını üç alıntıyla dile getirir. Buradaki Amerikalılar ifadesini oynadıkları öncü rol ve kendi dünyalarını güçlü iletişim ağlarıyla yerkürenin her yerine taşımaları dolayısıyla modern toplum diye düşünmek yanlış olmaz: “Ralph Linton, çapraz karşılaştırma araştırmasından elde ettiği bulguları şöyle özetler: “Karşı cinsten kişiler arasında arada sırada yoğun ilişkilerin yaşanabileceğini bütün toplumlar kabul eder; ama bu ilişkileri kapitalize etmeye çalışan ve evliliğin temeli haline getiren pratikteki tek toplum günümüzün Amerikan kültürüdür.” E. A. Hoebe de aynı sonuca varır ve şunları yazar: “Romantik aşka Amerikalılar kadar tutulmuş bir halka zor rastlanır. Kendi bireyci sentimantalizmimizde, aşka -şu gizemli psikofizyolojik tepkiye- dayalı evlilik idealini yüceltiriz.” Robert Redfield da şu sonuca varır: “Evlilikte gerçekleşen bir şey olarak romantik aşka belli bir yakınlık gösterebilen pek fazla toplum yoktur; köylü toplumları da kesinlikle bunlar arasında değildir.” (A. Macfarlane; 1993;152)
Modern dünyada üretilen kategoriler birbiriyle uyumlu olmaktan çok birbiriyle çelişen düşünce ve duygulara dayanıyor. Mesela bir yanda “kutsal aşk” metaforu işlenirken, diğer yanda “pornografi” kadın erkek ilişkisindeki yegane hakikat olarak sunulabiliyor. Aşk bir özgürlük olarak takdim edilirken, sorumluluk yanı ıskalanıyor. Veya “kutsal aşk” çapraz ilişkilerin heyecanıyla kurgulanan, ancak hiçbir zaman da ele avuca gelmeyen, gerçek olmaktan çok imajitatif ve “öznesi” sürekli değişen bir duygu olarak takdim ediliyor. Herhalde reel hayatta onu hak eden “özneler” olmadığı için, aşka ilişkin klasik format yeniden dolaşıma sokuluyor; yani imkansız aşklar, kavuşamamalar, zorunlu ayrılıklar, ölümler vs… Jüliet’in “tarla kuşu” halini bilmiyoruz. (Bir yazar Shakespear’in Romeo ve Jüliet oyununun sonunu değiştirir, ölüm yerine kavuşmayı ve sonrasındaki gelişmeleri işler. Bir Tarla Kuşuydu Jüliet, isimli bu oyunda ruhsuz, kavgacı bir aile ortamı dile getirilir.)

Modern dünyanın çatışan önermeleri

Modern dünya içinde aileyi en fazla tehdit eden gelişme, kadın ve erkeğin aile içi rollerine ilişkin bir “kutsal değerler” dizgesi geliştirememesi, kişisel tartışma, akıl yürütme ve iktidar mücadeleleri ötesinde, ilişkileri düzenleyen bir arka plan bırakmamasıdır. Aile içindeki kararların tartışarak ve konuşarak alınması ilk bakışta çok insani ve uygun bir yöntem olarak görülebilir; ancak bu tartışma ve konuşmalar süreç içinde ilişkilerin insani boyutunu tahrif eden bir iktidar mücadelesine dönüşebilmekte, aurasını kaybetmiş ilişki nedeniyle aileyi bir arada tutmak güçleşmektedir. Diğer yandan modern hayat, kadın ve erkeklerin ortak hayat alanlarını çoğaltmıştır. Şüphesiz cinsel kimlikler palto/manto gibi vestiyere bırakılmaz, insan her zaman bu kimliğiyle iç içedir, ayrıca giyim-kuşam, moda ile cinsel kimliklerin altının çizildiği modern dünyada bu mekanlarda karşı karşıya gelen kadın ve erkeklerin cinsel rollerinden soyutlanması düşünülemez. Keza, reel hayatın kaba ve acımasız “çok gerçek” gerçekliğinden kaçış duygusu içindeki bireyin, aşk endüstrisinin yarattığı renkli boyuta geçmek ve içindeki boşluğu doldurmak için bu ortak hayat alanlarının imkanından faydalanmaması zordur. Neticede ailenin dağılmasını yaratan ekonomik zorluklar, şiddetli geçimsizlik nedenlerinin yanında ve çoğu zaman bunlarla beraber bir üçüncü şahsın varlığı ve onun romantik ilişkisi devreye girer. Bir kitle iletişim aracı olarak televizyonun etkisi, böyle bir ortamda soup operalar vasıtasıyla maceralı romantik ilişkileri kişilerin referans çevrelerine yerleştirmesindedir. Sıradan insanın kendine yönelttiği can alıcı soru şudur: Eğer dizilerde oluyorsa niçin gerçek hayatlara da taşınmasın?

Ancak toplum üzerinde olduğu gibi aile üzerinde de televizyonun etkilerinin abartılması doğru değildir. Televizyonu bir nevi günah keçisi olarak düşünmek, diğer sorun alanlarını ve hayatı ıskalamamızla neticelenir ve özgür bireyin sorumluluklarını ortadan kaldırır. Televizyon, ne hayatın bir yansıtıcısı ne de egemenlerin aynasıdır; televizyon ikisinin arasında bir yerde, hayata ilişkin verileri kendi düzeninde yeniden kurgulayan ve eğlencelik unsurların ilavesiyle yeniden kuran, bunu kitlelere satan bir teknolojidir. Elbette televizyon bir sahte kamusallık oluşturur, aile içindeki bireylerin insani ilişkilerini kısıtlar, maddi olduğu kadar moral kültürel unsurlar üzerinde de bir etki yapar; moda rüzgarlarını (giyim kuşamda olduğu kadar yaşama üslublarında da) geniş kitlelere taşır. Gelişen ülkelerde kitle iletişim araçlarının etkileri konusunda halkın kanaatleri üzerine yapılan bir çalışmada, önemli şikayetlerden birini “halkı kendi kültüreli köklerine yabancılaştırma” oluşturmuş, sadece ekonomik gelişme ve milli bütünleşme hedeflerine değil aynı zamanda kültürel keşif ve yaratcılık alanında da hizmetler etmesinin beklendiği ifade edilmiştir (Katz-Wedell;1977;X). Bu ve benzeri gibi şikayetlere ve taleplere rağmen, kitle iletişim araçlarına masaldaki dev gibi bir işlev biçmek ve “zavallı birey” metaforuna güç vermek doğru değil. Her zaman çarelerimiz vardır ve en temelde de daha fazla bilgi ile özgürleşme önemli bir alternatiftir.

Tekrar biraz önceki tartışmaya dönecek olursam, iddiam, aileyi korumak için cinslerin hayat alanlarını ayırmak değil. Tabloyu ve nedenleri görmek, süreçleri anlamak ve bir şey yapılacaksa eğer bu tür analizlerin üzerine bunu kurgulamak gerekliliğini dile getirmektir. Modern hayat alanlarını daha kurallı hale getirmek mümkün mü? Bireylerin, aşk endüstrisinden, manipülatif değerlerden kendilerini korumalarını ve gerçekten özgür iradeleriyle davranmalarını sağlayacak bir özgürlük kültürü nasıl inşa edilebilir? Bu tür soruları mevcut tablo çerçevesinde düşünmektir.

Diğer yandan, aileyi korumak için siyasi otoritenin toplumsal mühendisliğe soyunması doğru değildir. Bu tür faaliyetler toplumsal düzeyde örgütlenmiş sivil kurumlar, kuruluşlar eliyle yürütüldüğünde daha sahici bir nitelik taşıyacak ve inandırıcılıkları artacaktır. Siyasi otorite devreye girdiğinde ruhsuz bürokratik dünyanın içine hapis olmak tehlikesi söz konusudur. Bürokrasi, mesleki tecrübesi ve “içine gömülü olduğu” maddi şartları itibariyle yaratıcı olmaktan çok mevcut olanı sürdürücü bir işleve sahiptir. Oysa modern dünya içinde aileye ilişkin kaygılar varsa eğer, bu sadece mevcut değerlerin savunulmasıyla giderilemez; burada yeni değerlerin inşası, yeni sözlerin söylenmesi gerekir ki, bunun maddi şartları bürokratik düzende değil ancak sivil alanda mevcuttur.
Aile ve Aile Değerleri Aile ve Aile Değerleri Reviewed by Editor on Çarşamba, Ocak 22, 2014 Rating: 5

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.