Müzik ve dansın ülkesi Küba

Ne lüks mağazalar, ne şık giyimli insanlar, ne de gösterişli arabalar... Orada bunlar yok ama; orada salsa, rom, puro, deniz ve güneş var. Oranın adı Küba! Kristof Kolomb’un günlüğünden dökülen satırlarla “Bir insan gözünün görebileceği en güzel yer.”

Ailemle birlikte tur grubumuzla buluştuktan sonra İstanbul’dan dört saatlik bir uçak yolculuğuyla Paris’e ulaştık. Havaalanında bir saat bekleyişin ardından ise asıl yolculuk başladı ve on saat sonra Havana’ya vardık. Havaalanı sıcak ve bolca sigara dumanıyla dolu. Dışarı çıktığımızda ilk dikkatimi çeken antika Amerikan otomobilleri oluyor. Vakit geceyarısına yaklaşıyor ve bir an önce uyuyup ertesi günkü uzun şehir turuna hazır olmak istiyoruz. Sabah erkenden turumuz başlıyor ve öncelikle Türkiye Büyükelçiliği’nin de içinde olduğu bütün büyükelçiliklerin sıralandığı Miramar’dan geçiyoruz. Bu bölgede gösterişli ve bakımlı villalar dikkatimizi çekiyor; rehberimiz onların ya Amerikalı ya da Amerika’nın desteklediği Kübalılara ait olduğunu söylüyor. Ancak 1959’da gerçekleşen Küba Devrimi’nden sonra devletleştirilmişler. Havana’nın merkezine ulaştığımızda otobüsten inip yürümeye başlıyoruz.

Küba
Bulunduğumuz yerin adı Vieja (Eski Havana). Havana’nın İspanyol kolonisi olduğu döneme ait bir semt. İlk durağımız Palacio de los Capitanes Generales. 1791-1898 yılları arasında Capitanes Generales olarak adlandırılan İspanyol kolonilerinin ikametgâhı ve yönetim merkezi olan bu bina 1899’dan 1902’ye kadar da Amerikan askeri valilerine evsahipliği yapmış. Daha sonra 1920’ye kadar Küba Devlet Başkanı’nın sarayı olarak kullanılmış. At arabalarının tekerlek seslerinden rahatsız olan bir vali, binanın önündeki yolun kaldırım taşlarını kaldırtıp tahta parke döşetmiş. Ortasında bir avlusu bulunan, iki katlı bu yapı bugün müze olarak kullanılıyor. İçinde ise İspanyol kolonileri tarafından getirtilmiş olan bazı tablolar var.

Katedral Meydanı...


Buradan ayrıldıktan sonra Havana’nın dar sokaklarından geçerek Katedral Meydanı’na doğru ilerliyoruz. Sokaklarda sıra sıra küçük mağazaların dizili olduğunu görüyorum. Buralarda yağlı boya resimler (özellikle rengârenk otomobil resimleri), hediyelik eşyalar ve Küba’ya özgü objeler satılıyor. 1 dolara hoş ve değişik takılar bulmak mümkün. Ayrıca her yerde karpuz çekirdeğine benzer, denizden çıkartılan bir çekirdekten yapılan kolyeler, bilezikler ve çantalar var. Katedral Meydanı’na ulaştığımızda karşımıza iki kuleli, barok bir kilise çıkıyor. Kilisenin adı Cathedral de San Cristobal de la Habana. 1748 yılında İtalyan mimar Francesco Borromini tarafından inşa edilmiş. Dışarıdan oldukça görkemli görünen bu kilisenin içinde çok ilginç bir şey yok. Katedralin önünde ise, her gün capcanlı olan bir meydan var. Renkli kıyafetleriyle, ellerindeki çiçek sepetleriyle ve ağızlarındaki puroyla tam bir Kübalı portresi oluşturan kadınlar, meydana daha da canlılık katıyor. Onlarla hatıra fotoğrafı çektirmek istediğinizde ise, az da olsa bir ücret ödemeniz gerekiyor. Hemen yan tarafta kolonyal stilde, ortasında avlusu bulunan eski bir sarayın önünde canlı müzik yapan Küba orkestrasının çaldığı bir bar, içinde de Havana’nın en iyi restoranlarından biri olan El Patio yer alıyor. Daha sonra her kafe, bar ve restoranda canlı müziğin olduğunu ve her müzisyenin kendi CD’sinin olduğunu öğreneceğim. Bu CD’lerin fiyatı 10 $. El Patio’da yemek yedikten sonra, biraz daha ötede bulunan Ernest Hemingway’in kaldığı tarihi Hotel Ambos Mundos’a gidiyoruz. Bu otelin terasında yine canlı müzik eşliğinde rom, nane ve limonla yapılan Küba’nın meşhur mojito’sunu yudumlarken Havana’yı yukarıdan seyrediyoruz. Aklımız bu dar sokaklarda kalsa da otobüse geri dönüyor ve turumuza otobüsle devam ediyoruz. Etrafı izlerken binaların aslında çok güzel olduğunu fark ediyorum, eski tarzda yapılmış, ihitişamlı binalar bunlar... Ancak bakımsızlıktan boyaları dökülmüş. Centro Habana’ya geldiğimizde karşımıza Washington’daki Beyaz Saray’ın kopyası olan Capitolio Nacional çıkıyor. Rehberimiz bu binanın 1929 yılında 5 bin işçi tarafından üç yıl, iki ay ve yirmi günde inşa edildiğini söylüyor. 1959 yılına dek Küba Kongre binası olarak kullanılmış. Bugün ise Küba Bilimler Akademisi ile Ulusal Teknoloji Kütüphanesi’ne evsahipliği yapıyor. Civarda gördüğümüz bir başka önemli yapı ise Gran Teatro de la Habana oluyor. İspanyol koloni döneminden kalan bu görkemli bina, Latin dünyasının halen kullanılan en eski tiyatro binası. En son olarak ise eski adı Cumhuriyet Meydanı olan, 1959 Devrimi’nin ardından yeni adıyla Plaza de la Revolucion yani Devrim Meydanı’na gidiyoruz. Meydanda Küba’nın Fidel Castro ve Che Guevera’dan önceki en önemli ulusal kahramanı Jose Marti’nin 142 metre yüksekliğindeki anıtı bulunuyor. Anıtın tam karşısında ise İçişleri Binası yer alıyor. Binanın üzerinde; Küba’da olduğumuz sürece gittiğimiz her yerde uğruna yazılan şarkıları duyduğumuz, duvarlarda, kartpostallarda ya da tişörtlerde resimlerini gördüğümüz ‘Che’ lakabıyla tanınan Ernesto Guevara’nın portresi ve onun 1967 yılında Bolivya’da CIA ajanları tarafından yakalanıp öldürülmeden önce Castro’ya yazdığı son mektubundan alıntı olan “Sonsuza kadar zafer!” sözleri yer alyor.

İkinci gün şehri kendimiz keşfetmek istiyoruz...


Ertesi gün turdan bağımsız olarak Vieja’ya tekrar gidiyoruz. Bu sefer amacımız önceki gün aklımızın kaldığı sokaklarda kaybolup, Havana’yı doya doya yaşamak. Eski binaların arasında dolaşırken, buranın ne kadar farklı bir ülke olduğunu düşünüyorum. Caddelerde at arabaları, hörgüçlü olduklarından, ‘Camelio’ yani deve dedikleri eski tırlardan bozma otobüsler, bisikletle dolaşanlar ve 1940 ve 50’lerin Amerikan arabalarını görüyorum. Sanki eski zamana gitmiş gibi hissediyorum. Renkli sokaklarda yürürken, gencinden yaşlısına herkesin puro içmesi dikkatimizi çekiyor. Özel kostümler giyip, ellerinde puroyla turistlere poz vermek gibi bir merakları var. Havanın yaklaşık 25 derece civarında olduğu günde, önünden geçtiğimiz her bardan gelen Küba müziği eşliğinde yolumuza devam ediyoruz ve tabii arada dinlenmek için durduğumuzda mojito, daiquiri ya da pina colada içmeyi ihmal etmiyoruz. Gece ise tur grubumuzla birlikte Parisien Show’a gidiyoruz. Burası, Havana’nın en büyük oteli olan Hotel Nacional’in içinde bulunuyor. Küba müziğini yüksek sesle dinlemek ve mükemmel şekilde sergilenen salsa, rumba, cha cha gibi dans figürlerini yakından izlemek, insanda dans kursuna gitme isteği uyandırıyor. Ancak biz hangi kursa gidersek gidelim sanırım bu onların genlerinde olan bir yetenek! Özellikle Afrika asıllı Kübalılar inanılmaz derecede iyi dans ediyorlar.

Üçüncü gün...

Havana’ya yaklaşık iki saat mesafede bulunan sayfiye yeri Varedero’ya doğru yola çıkıyoruz. Matanzas isimli küçük bir kasabayı geçtikten sonra otobüsümüz, Küba’nın en iyi pina colada’sının yapıldığı El Mirador’da duruyor. Bir yandan bu hafif içkimizi yudumlarken, diğer yandan muhteşem manzaraya hayran kalıyoruz ve tüm turistler gibi biz de bu manzaranın fotoğraflarını çekmeye başlıyoruz. Küçük bir tepede bulunan El Mirador’un balkonunda durup karşıya baktığımızda ünlü Bacunayagua Köprüsü boylu boyunca uzanıyor. 1956-1960 yılları arasında inşa edilmiş olan bu köprü 110 metre yüksekliğinde ve Küba’nın en yüksek köprüsü. Burada verdiğimiz molanın ardından tekrar yola çıkıyor ve Varedero’ya ulaşıyoruz. Sahil boyunca dizili otellerin arasında bizimki Hotel Las Americas. Otelin ön tarafında diğer otellerle birleşik olan golf sahaları bulunuyor. Daha ileride ise çarşaf gibi serilmiş Atlas Okyanusu. Fakat otelin arka tarafına geçtiğimizde okyanusun dalgalar içinde olduğunu görüyoruz. Varedero tamamen turistik bir şehir. Hatta o kadar ki,
kumsallara yerlileri almıyorlar. Şehirde bolca otel, tatil köyü, bar, kafe ve restoran bulunuyor. İlk günümüzü otelin plajında güneşlenerek ve masmavi okyanusa girerek değerlendiriyoruz. Denizsiz bir yerde yaşadığımı düşünemeyen ben, buraya gerçekten hayran kalıyorum, ama asıl harikayı ertesi günkü katamaran gezimizde keşfedeceğim.

Dördüncü gün...


Biz katamaran turuna tur grubumuzla birlikte katıldık. Turda tanıştığımız yeni arkadaşlarımızla birlikte daha çok eğleneceğimizi düşündük ve haklı çıktık. Fakat otelimizde katamaran gezisine, turdan ayrı gitmek isteyenler ya da Küba’ya herhangi bir tur şirketiyle gitmemiş olanlar için de yerel ajanslar bulunuyordu. Katamarana bindiğimizde bizi kaptan ve yardımcısı karşılıyor. Hareketli müzikler eşliğinde, yolculuğumuz derin, düz ve mavinin tüm tonlarına ulaşan okyanusun üzerinde başlıyor. Kasım ayında güneş olsa da çok fazla rüzgâr estiğinden biraz üşüyoruz ama yine de güneşlenmeye devam ediyoruz. Daha sonra ise müziğin ritmine kapılıp dans etmeye başlıyoruz. Kübalılar çok canayakın insanlar. Bizim kaptanın yardımcısı da öyle... Bize küçük çaplı bir dans dersi bile veriyor. Mercan kayalıklarına geldiğimizde çapayı atıp yüzmeye başlıyoruz. Dipte çok sayıda ve çeşitte olmasa da bazı okyanus balıklarına rastlamak mümkün. Bir sonraki durağımız bence tüm Küba gezimizin en ilginç ve eğlenceli kısmı oluyor, çünkü Del Finarium’a gidiyoruz. Burası okyanusun ortasında, etrafı çevrelenmiş ancak içinde okyanus suyu bulunan bir havuz. İçinde ise 5 yunus bulunuyor. Bir saat kadar bekledikten sonra gruptan isteyenler onlarla yüzmek için suya giriyor. Tabii ki ben de onlara dahilim. Eğitmenlerinin bir hareketiyle gelip sizi yanağınızdan öpüyorlar, bir diğer hareketiyle ise sırt üzeri yatıp onları sevmeniz için etrafınızda yüzüyorlar. Oldukça büyükler ve derileri lastik bot gibi. Yüzlerinde gülümser bir ifade olan yunusların hiçbir zararı yok ve eğitimli oldukları için insana alışıklar. Yapılmaması gereken şeyler; yunusları kafalarından sevmek yüzgeçlerinden ya da kuyruğundan tutmaya çalışmak. 20-30 dakika onlarla yüzdükten sonra birlikte fotoğraf çektiriyoruz, çünkü onun da eğitimini almışlar. Bir işaretle hepsi birden etrafımıza toplanıp poz veriyorlar ve bizi uğurluyorlar. Yaklaşık üç saatlik bir deniz yolculuğundan sonra Cayo Blanco Adası’na varıyoruz. Masmavi demek bu deniz için yeterli olmaz sanırım. İlk önce lacivert, sığlara geldikçe türkuaz ve ardından temizlikten neredeyse beyaz olan bir deniz. Kum ise un gibi; beyaz ve yumuşak. Adada fazla bir şey yok; üstü hasır şemsiyeler, ağaçlar ve ahşap, egzotik bir restoran. Seçimimizi deniz mahsüllerinden yapıyoruz. Karidesin ve ıstakozun sonu gelmiyor. Domatesli bir sosla ve kırılmış bir şekilde servis edilen ıstakozlar oldukça lezzetli. Karidesler de dev boyutlarda... İçecek olarak bira isterseniz, sürahiyle geliyor ancak tadı pek güzel değil. Bence Küba’daki en iyi bira Buca Nero. Yine müzik eşliğinde yemeğimizi yedikten sonra kumsalda güneşleniyor ve denize giriyoruz. Ama bu olağanüstüdenize girdikten sonra çıkması pek mümkün olmuyor.

Beşinci gün...

Son gün kalan vaktimizi otelde geçiriyoruz. Güneşin ve denizin tadını son kez çıkarıyoruz, çünkü o sırada İstanbul’da kar yağıyor...
Müzik ve dansın ülkesi Küba Müzik ve dansın ülkesi Küba Reviewed by Editor on Salı, Temmuz 10, 2012 Rating: 5

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.